Bu yıl “ekonomi” alanındaki Nobel Ödülü’nü aramızdan ayrı bir heyecan ve ilgi uyandıran bilim insanı Daron Acemoğlu kazandı. Daha önce açıklanan tıp, fizik ve kimya ödülleri önde gelen çevrelerin gündemindeydi. Kuruluşundan bu yana doğanın ve insanın keşfi ve bunların nasıl geliştirilebileceğine dair çalışmaları ödüllendiren kurum, fizik ve kimya ödüllerinde de yeni bir bakış açısına geçişin sinyalini verdi.
Fizik ödülüne, insana benzer yapay sinir ağları ile makine öğreniminin oluşturulması ve geliştirilmesine yönelik çalışmalar layık görülürken, kimya ödülüne ise yapay zeka aracılığıyla vücudumuzdaki molekül ve proteinlerin bağlanma düzenlerini konu alan çalışmalar layık görüldü. İnsan artık kendini kendini keşfetmeye değil, yapay zekaya ve onun gelişimine adamış görünüyordu.
Bilimin temelini oluşturan bu iki alanda ödülün alışılmadık bir şekilde verilmesi ve kimya ödülünün kimyagerlere değil bilgisayar bilimcilerine verilmesi tartışmalara neden oldu. İşte biz doğayı anlamaya çalışırken, artık bu görevi, onu çözecek şekilde yarattığımız bir “makineye” emanet ettik. Ancak insanoğlu kendisini ve dünyayı anlamaya çalışırken bazen araştırmış, bazen kenara çekilip konuyu ilahi olaylara ve güçlere bırakmış, bazen de şaşırtıcı teoriler geliştirmiştir. Mikrokozmos ve makrokozmos kavramları en çok tartışılan kavramlar olmuştur.
Kozmos kelimesi eski Yunancadan gelir ve “düzene koymak, düzenlemek” anlamına gelir. Kozmos aynı zamanda eski kültürlerde evrenin düzenini de anlatır. Yunan mitlerine göre başlangıçta sadece kaos vardı. Bu duruma son vermek için Yunan tanrıları evreni canavarlardan arındırıp yaşanabilir hale getirirler. Bu artık kozmosun durumudur. Dilimizde farklı bir karşılığı bulunmayan kelime, eski uygarlıklardan bu yana kavramsal olarak makrokozmos ve mikrokozmos şeklinde yapılandırılmıştır.
Evrendeki bu düzenin insana da yansıdığı ve pek çok açıdan biçimsel benzerliklerin olduğu ileri sürülmüştür. Mikrokozmos-makrokozmos benzetmesinde insan, tüm yapısıyla mikrokozmosu temsil eder ve adeta düzenin veya evrenin minyatürleştirilmiş bir sembolüdür. Makrokozmos, içinde yaşadığımız evrendir. Platon, evrenin bir bütün olarak canlı kabul edilebileceğini ve dolayısıyla bir akla veya ruha (dünya ruhuna) sahip olduğunu söyleyerek olayı felsefi bir boyuta taşır. Mikrokozmos terimi Arapça’da “alam ?aghir”, İbranice’de “olam katan” olarak tanımlanırken, Batı toplumlarında Latince “mikrokozmos ve minör mundus” kavramı kendine yer edinmiştir. Rönesans döneminin başlarında, yüzyıllar önce yazılan bir mimarlık kitabı konuyu yeniden gündemin başına getirdi.
İNSAN VE YAPI ARASINDAKİ BENZERLİK
“De Architectura”, MÖ 1920’li yıllarda Vitruvius adlı Romalı bir mimar tarafından yazılmış, klasik mimarların yapılarında doğayla bütünleşmek ve uyum sağlamak için kullandıkları ilkeleri anlatan, oda oranlarından çatı eğimlerine kadar çeşitli formüllere yer verilen teknik bir kitaptı. . En şaşırtıcı olanı Vitruvius’un bir bina için ideal kriterlerin tam olarak insan vücudunun oranlarında bulunabileceğini ortaya koymasıydı. Ona göre mükemmel orantılara sahip bir adamın uzanmış elleri ve kolları, birbiriyle uyum içinde bir daire ve karenin temel noktalarını oluşturabilir.
Vitruvius’un oranlar konusundaki görüşlerine dayanarak tarihi binalar inşa edilmeye başlandı. Ancak ilk başta tam olarak anlaşılmayan şey, konunun matematiğiydi. Söz konusu daire ile kareyi aynı formüle yerleştirmek mümkün değildi. Burada sadece matematikle değil aynı zamanda yaratıcılığıyla da soruyu ele alan bir dahi olan Leonardo Da Vinci ile karşı karşıyaydık, Vitruvius’un Vitruvius Adamı tanımını daha net ortaya koyan çalışmasını tamamladı.
Da Vinci dünyayı ve tüm evreni kapsayan bu oranlar üzerinde düşünürken onun tek endişesi bu değildi. Mikro ve Makrokozmos kavramlarını açıklayan gözlemler yaptı ve bunlardan yola çıkarak çalışmalar üretti. İnsan vücudu üzerine yaptığı çalışmalarda dokularda oluşan görüntülerin dünyanın doğasına dair bazı şeyleri yansıttığını fark etti. Örneğin kan damarlarının dallanmış görünümü ona nehirleri ve onların kollarını hatırlattı. Yaşlı bir adamın vücudundaki aterosklerotik damarları, eski bir portakalın kurumuş kalıntılarına benzetti.
Daha sonra bu gözlemleri analiz etmeye başladı. Dallanma sistemlerini (ağaç dalı, kan damarı) içeren yapıların boyutlarını ve açılarını karşılaştırdı. Bu gözlemler Da Vinci’deki bir görüşü sağlamlaştırdı. İnsanlık sadece evrenin bir parçası değil aynı zamanda onun minyatür bir temsiliydi.
Adı ne olursa olsun bilim, insanı ve evreni keşfetme yolculuğuna devam ediyor. Bu amaçla kullandığı araçlar bir zamanlar yalnızca zihni ve gözlemleriydi. Bugün yapay zekaya doğru evriliyor. Bu keşfin heyecanı devam ederken son sözü “Cosmos” kitabının yazarı Carl Sagan’a bırakıyoruz: “DNA’mızdaki nitrojen, dişlerimizdeki kalsiyum, kanımızdaki demir, keklerimizdeki karbon. elmalar çöken yıldızların içinde yaratıldı. Biz yıldız maddesinden yapıldık.”